HiKAYELER  

HÜKÜMDAR İLE HAYLAZ OĞLU

                 Küçük ve şirin bir ülkede bir hükümdar ve oğlu yaşarmış. Hükümdar, adaletli yönetimiyle halkın sevgisini kazanırken, tam tersi huylara sahip olan oğlu ise insanlara eziyet etmekten zevk alırmış.Annesi öldüğü için Haylaz  Prens sarayda el üstünde büyütülmüş. Her istediği yapıldığı için saray görevlilerini canından bıktıran prens, saray dışında da kötü şakalar yapmaya kalkınca halk canından bezmiş. Haylaz Prensin eziyetleri yüzünden perişan olan halk, bu duruma daha fazla dayanamayarak durumu hükümdara iletmek için bir temsilci seçmişler.

                Hükümdarın karşısına çıkan temsilci, haylaz prensin yaptıklarını teker teker  anlatmış. Bir yanda oğlu diğer yanda halkı olduğu için ne yapacağını bilmeyen hükümdar, oğlunu uyarmak için yanına çağırmış. Hükümdar:

              “-Oğlum, ülkenin yönetimi benden sonra sana kalacak. Bu nedenle davranışlarını kontrol etmek zorundasın.”    demiş. Ancak bu sözler haylaz prensin bir kulağından girmiş, öbür kulağından çıkmış. İnsanlarla alay etmeye ve tatsız şakalarına devam etmiş.

              “-Yaptıklarım yalnızca bir şakaydı.Ben şakalarımın cezasını çekerim.Hem her koyun kendi bacağından asılır, öyle değil mi?” deyivermiş.

              Bu sözlere çok sinirlenen hükümdar, haylaz oğluna bir ders vermeye karar vermiş. Babasının niyetinden habersiz prens şaka zannettiği eziyetlere devam etmiş.

              Haylaz prens halkı canından bıktırmaya devam ederken, hükümdar da oğlunu yola getirmek için hazırladığı planı uygulamaya geçmiş. Veziri yanına çağırtarak:

            “-Hemen gidip bana bir koyun getirin!...” demiş.

             Vezirin talimatı üzerine, iki asker pazardan aldıkları koyunla birlikte sarayın yolunu tutmuşlar. Şaşkınlık üzerinde bulunan vezir ise , koyunu kesmesi için kasap ayarlıyormuş. Planın oğlu üzerinde yapacağı etkiyi düşünen hükümdar da sonucun olumlu olacağını hayal ederken keyfinden kıs kıs  gülüyormuş. Hükümdar:

            “- Koyunu hemen kesin ve haylaz oğlumun odasının yakınlarında bir yere asın!”  diye emir vermiş. Koyun, kısa bir süre içinde kesilip Haylaz Prens’ in odasının önüne asılmış. Asılan koyunun kimse tarafından kaldırılmaması için de başına bir asker konmuş. Aradan beş gün geçtikten sonra koyun durduğu yerde kokmaya başlamış. Kokudan dolayı artık odasında duramaz olmuş Haylaz Prens.

               Nihayet “- Bu koyun burada ne arıyor?...Çabuk kaldırın bunu!..” diye askere çıkışmış. Haylaz Prens’ e karşı gelmenin keyfi ile asker:

              “- Kaldırmayız! Hükümdarın emri var.”  Demiş.

                Haylaz Prens öfke içinde babasının yanına giderek:

              “-Baba bu koyunun ne işi var sarayda? Her taraf leş gibi kokuyor.

               Hükümdar gülümseyerek:

              “- Gördün mü? Her koyun kendi bacağından asılır  diyordun. Ama bu koyunun dört mahalleye de zararının dokunacağını düşünmedin.” Diyerek taşı gediğine koymuş. Hatasını anlayan Haylaz Prens, ses çıkarmadan odasının yolunu tutmuş.   

İYİLİKSEVER FATİH

              Büyük Osmanlı hükümdarı Fatih Sultan Mehmet, bir Cuma günü tam namaza gitmek üzereyken, yanına saçı sakalı birbirine karışmış, üstü başı yırtık, ayağındaki çarıklar delik deşik bir adam gelir ve: “Ey Yüce Sultanım, yüce kitabımız Kur’an-ı  Kerim’in söylediklerine senin de inancın var mı?” diye sorar.Yumuşak huylu bir insan olan Fatih, “Bu nasıl soru, tabi ki inanırım!” cevabını verince fakir adam hemen taşı gediğine koyar: “Allahu Teala Kur’an’da  bütün müslümanlar kardeştir buyuruyor.O halde kardeşim, bir iyilik yap, servetini benimle paylaş!”

               Bu sözler üzerine Fatih gülümser ve aklından , “Bu da dilenmenin yeni bir şekli galiba!” diye geçirdikten sonra, tutup adama bir altın para verir. Adam evire çevire altın paraya baktıktan sonra, başını sallar ve: “Sultan kardeşim, senin yüz katırın taşıyabileceğinden daha fazla gümüş ve altının varken, nasıl oluyor da bana sadece bir altın paracık düşüyor? Evdeki çocuklarımın açlıktan tırnakları morardı.Benim ise neredeyse midem sırtıma yapışacak sen şimdi buna kardeş payı mı diyorsun?” der.

              Bunun üzerine Fatih, parmağını havaya kaldırıp uyaran bir sesle: “Aman kardeşim, sen haline şükret, çünkü bizim aile çok büyüktür.Şayet diğer kardeşlerimizin hepsi birden gelip, paylarına düşeni bir isterlerse bendekiler yetmeyeceği gibi, sen de üste vermek zorunda kalırsın!”

              Durumu kavrayan adam, çocukları için ekmek almak üzere doğruca fırıncıya, Fatih de namazını kılmak için camiye gider...

ZARFIN İÇİNİ DE DÜŞÜN!

               Adamın biri uzun bir yolculuğa çıkacakmış. Evinde bulunan iki çuval buğdayı dönünceye kadar saklaması için iki ayrı komşusuna emanet etmiş.

               Komşularından biri buğday çuvalını evin emin bir köşesinde dikkatle saklamış.Diğeri ise, bütün buğdayı, sürüp hazırladığı buğdayı tarlaya tohum olarak saçıvermiş.

              Adam yolculuktan dönünce, birinci komşusuna varıp, buğdayını istemiş. Komşusu da güzelce sakladığı buğdayı köşeden çıkarıp vermiş.Adam, dıştan sapasağlam görünen buğdayı açınca, buğdayın bir kısmının bozulup çürüdüğünü, bir kısmının da güvelenmiş olduğunu görmüş.Hiç işe yarar tarafı kalmamış buğdayın...

              Adam boş çuvalı ne yapsın? Öfke içinde dönüp öbür komşudan buğdayını istemiş, komşusu kolundan tutup:

             “Gele hele benimle! demiş. “Sana buğdayını göstereyim.” Adamı alıp ekili bir tarlaya götürmüş.Başağa durmuş verimli tarlayı göstererek:

             “İşte buğdayın!” demiş. “Eğer bende kalsa çürüyecekti.Onu tohum olarak tarlaya saçtım. Hasat mevsiminde çuvallar dolusu buğday elde edeceğiz.”

              Adam memnun bir tavırla gülümsemiş:

             “Allah’a şükür...Gerçekten bilgili, anlayışlı bir dostum var. Öbür komşu, ‘sakla’ kelimesinin gerçek manasını anlayamadı.Zarfı sakladı ama içindekini ihmal etti.Diğer dostum ise işin özünü anladı.Zarfın içini de düşündü.. Aziz dostum! Yazın bu tarlanın mahsulünden iki çuvalını bana gönder, gerisi sana kalsın.Sana verdiğim buğday, o güzel anlayışının karşılığı sayılır.Çok rica ederim kabul edin...”