TERZİ

Akşamları işten dönerken, yolumun üzerindeki vitrinlere bakmayı alışkanlık haline getirmiştim. Bu sayede hem günün yorgunluğunu atıyor, hem de ufak tefek ihtiyaçlarımı karşılamış oluyordum.

Yine böyle bir gün, anacadde üzerinde aylardır boş duran dükkanın tutulduğunu gördüm. Vitrin camına büyükçe bir çınar resmi yapılmış ve resmin altındaki boşluğa, ağaç dallarına benzetilen çizgilerle “Terzi” yazılmıştı.

Camdaki resmi seyrederken:

- Dünya, garip insanlarla  dolu, diyordum. Terzi dükkanına da böyle resim yapılır mı?

Daha sonraki gezilerimde bu vitrine bakmadan geçemiyor ve çok merak ettiğim için resimdeki ağacı rüyalarımda göreceğimi zannediyordum. Anlaşılan, aklıma takılan bu resmin yapılış sebebini anlamadan rahat edemeyecektim.

Bayramın yakın olduğu günlerde bir ceketlik kumaş alarak terziyle tanıştım. Ortayaşlı ve güleryüzlü bir adamdı. Benimle konuşurken gözlüğünün üzerinden bakıyor ve sohbetimizin arasında, genç kalfalarına emirler yağdırıyordu.

Birkaç provadan sonra samimi olmuştuk. Laf arasında:

- Vitrin camına neden ağaç resmi yaptığınızı merak ediyorum, dedim. Bütün terziler elbise resmi çizerken, sizinki biraz tuhaf olmuyor mu?

Yüzünü ekşiterek:

- Tuhaf demek ki, dedi. Tuhaf ha!

Canının sıkıldığı belli oluyordu. Yerinde biraz kıpırdandıktan sonra kolumdan tutarak:

- Gel bakalım, dedi. Tuhaf mı değil mi kendin gör.

Beni, dükkanın bağlandığı koridordan geçirerek arka bahçeye çıkarttı ve koyu gölge yapan bir çınar ağacının yanına getirerek:

- Vitrine bu ağacın resmini yaptım, dedi. biraz dikkatli bakarsan, sebebini anlarsın.

Önce çınarın güçlü gövdesine, sonra da göğe doğru yükselen dallarına bakıp:

- Size ne gibi bir ilham verdiğini hala anlayamadım, dedim. Mesleğinizin çınar ağacıyla ne alakası var ki?

Yine damarına basmış olmalıydım. Bir “La havle” çekerek:

- Görmüyor musun? Diye bağırdı. Ağaca giydirilen muhteşem elbiseyi görmüyor musun? Böylesine eğri, böylesine girintili çıkıntılı bir vücuda giydirilen kusursuz elbiseyi nasıl farketmezsin?

İşin sırrını geç de olsa anlamaya başlamıştım. Bu arada ağacın gövdesini saran kabuğa dokunarak:

- Elbisenin kumaşı da bu, dedi. bak bakalım ağacın üzerinde herhangi bir bolluk veya rahatsızlık yapıyor mu? Ağaca bu mükemmel elbiseyi giydiren kudrete hayran olup vitrine bir çınar resmi yapmışsam, hata mı etmişim?

Ne söyleyeceğimi şaşırmış ve terziyi üzdüğüm için pişmanlık duymaya başlamıştım. O da bunu hissetmiş olmalı ki, elini şefkatle omzuma atarak:

- Her şeyi görmek, elbette mümkün değil dostum, dedi. Ama görebildiklerimiz az da olsa, onların sanatkarını bulmaya yetmez mi?

Terzinin diktiği ceketi iki senedir kullanıyorum. Gerçi omuzları biraz dar ama şikayetim yok. Çünkü onu her giyişimde, bana bütün kainata hükmeden kudreti hatırlatıyor.

ÖRÜCÜ

Yeni yaptırdığım takım elbiseyi, fakültede o yıl vereceğim ilk derste giymek üzere dolaptan çıkarttım ve binbir itina ile giyinerek yola çıktım. Antredeki aynanın başından bir türlü ayrılamadığım için saatin nasıl geçtiğini anlayamamıştım. İki dakika içinde servis otobüsüne yetişmem gerektiğinden adımlarımı gittikçe sıklaştırıyor ve elimdeki çantayı, sanki hız kazanacakmışım gibi ileri geri savuruyordum.

Çantamın bacağıma takılarak beni düşürdüğünü, ancak kendimi yerde bulunca anladım. Pantolonumun bir dizi yırtılmış ve sol avucum, yolun kenarındaki çöp tenekesine çarparak yarılmıştı. Başkaları tarafından görülmüş olmak ihtimaliyle yüzümün kızardığını hissediyordum. Hemen toparlanarak ayağa kalktım ve dizimdeki yırtığı çantamla örtmeye çalışarak evin yolunu tuttum.

Yırtılan pantolonumu örücüye vermeyi, kazadan ancak birkaç hafta sonra akıl ettim. Ve bunlardan birini bularak pantolonumu gösterdim. Bu arada başımdan geçen kazayı anlatmış ve belki de laf olsun diye yaralı avucumu göstermeyi ihmal etmemiştim. Yaşlı bir adam olan örücü, geçmiş olsun dedikten sonra gözlüğünü takarak yırtığı inceledi ve:

- 20 gün sonra geleceksiniz, dedi. Ancak o zaman olur. 

İşlerimin çokluğundan, örücüye ancak bir ay sonra uğrayabildim. Pantolonu tamir etmiş ve rafa kaldırmıştı. İndirirken:

- İnşallah beğenirsiniz, dedi. Borcunuz 50 bin lira.

- Anlamadım, dedim. 50 bin lira mı?

- Peki ama, dedim. Bu neredeyse yeni bir pantolon fiyatı. Üstelik tamir ettiğiniz yerler de belli oluyor.

Örücüyü kızdırmış olmalıydım. Gözlüğünü çıkartırken:

- Bak evlat, dedi. Ben senin yaşın kadar senedir bu meslekle uğraşıyorum. Ve yırtıkları benden iyi tamir eden bir sanatkarı gösterirsen, senden 5 kuruş almayacağım.

Yaşlı adamı daha fazla üzmemek için susmayı tercih ettim ve para çıkartmak için elimi cebime attım. Paralar, yarası tamamen kapanmış olan avucuma değmiş ve o anda beynimde bir şimşek çakmasına sebep olmuştu.

Adeta bağırırcasına:

- Buldum örücü buldum, dedim. Senden çok daha usta olan sanatkarı buldum.

Elimi ona doğru uzatırken:

- Bak, dedim. Sana anlattığım kazada, pantolonumla birlikte bu avucum da yırtılmıştı. Bak bakalım, şimdi o yırtıktan bir iz kalmış mı?

İhtiyar adam, tek kelime dahi söylemiyor ve donmuş gibi avucuma bakıyordu. Dudaklarının titrediğini ve gözlerinin dolduğunu hissettim. Kısık bir sesle:

- Haklısın evlat, dedi. Bilsen ne kadar haklısın. 40 yıldır bu meslekte çalıştığım halde, nasıl oldu da O SANATKAR’ı bulamadım.

Yaşlı örücüyü, benden hiç olmazsa 10 bin lira alması için zor ikna ettim. Helalleşerek dışarı çıktığımda, akşam oluyordu.

MEHMED’İN DÖNÜŞÜ

Saçtan yapılmış bir su deposuydu. Evi inşa edildiği günlerde takılmış ve yirmibeş yılı aşkın süredir çürümeden dayanmıştı.

Fakat, ah o yalnızlık yok muydu?

Koskoca çatının içinde tek başına olması yetmiyormuş gibi bir de gün ışığından mahrum bulunması, işini iyice güçleştiriyordu.

Su deposu, takıldığının ikinci senesinde yalnızlığını kısmen de olsa gidermenin yolunu bulmuş ve kendisine bağlanan boruya:

- Ucundaki musluğa rica et , demişti. Evin içinde neler olup bittiğini, arada bir bize aktarıversin.

Deponun bu teklifi zor da olsa kabul edilmiş ve musluktan aldığı haberler, onun karanlık dünyasını aydınlatmaya başlamıştı. Artık depo, bazen suyunun neden birkaç saat içinde tükendiğini çok iyi biliyordu. Bunlardan ilki kurban bayramına rastlamıştı. Ev, tepeden tırnağa temizlenmiş ve kesilen hayvan için bol su gerektiğinden, depoyu kısa sürede boşaltmıştı. Üç ay sonra musluktan, ev sahibinin düğün yapacağı haberini aldı. Ve düğün günü tıka basa dolu olduğu halde, gelen kalabalığa ancak iki saat dayanabildi. Depo, bu tür günlerde elinden geldiği kadar idareli olmaya çalışıyor ve suyunu azar azar göndermeye gayret sarfediyordu. Böyle yaptığında, tekrar suyla dolana kadar huzurlu kaldığını farketmişti.

Su deposu, çatıdaki dördüncü senesinde, musluktan sevinçli bir haber daha aldı. Evde artık üç kişiye hizmet edilecekti. Sahiplerinin nurtopu gibi bir erkek çocukları dünyaya gelmiş ve O’na dedesinin ismi verilmişti: Mehmed.

Birkaç gün sonra musluktan :

- Mehmed’i yıkıyorlar, müjdesini duyduğunda, sevinci daha da arttı. Onun ilk banyosu için büyük bir titizlik göstermeli ve suyunun en berrak kısmını göndermeliydi. Depo, daha sonraki günlerde de onun bezleri için aynı titizliği göstermeyi ihmal etmedi ve Mehmed’in büyümesini, adım adım soruşturdu. Musluktan aldığı haberlerle saçlarının uzamasını, emeklemesini, yürümeye başlamasını ve okula gitmesini hayalinde canlandırarak kendisini avutuyor ve Mehmed’i görmüş gibi oluyordu.

Yıllar, böylece akıp gitti. Su deposu yaşlanmış, Mehmed ise yağız bir delikanlı olup askere gitmişti. Depo, sanki ilk defa yalnızlık çekiyor ve O’na kavuşmak için, suyunun her damlasıyla dua ediyordu.

Mehmed’in dönmesi, bir hayli gecikti.

Ve günün birinde su, her zamankinden fazla kullanılmaya başladı. Evdeki faaliyet, yaşlı deponun gözünden kaçmamıştı.

Sebebini musluğa sorduğunda, yirmi yıl önceki gibi:

- Mehmed’i yıkıyorlar, cevabını aldı. Doğu sınırında askerlik yaparken, vatan hainlerinin kurşunlarıyla vurulan Mehmed’i yıkıyorlar.

UÇAK

Uçağa ilk defa bindiğini, yanıma oturur oturmaz anlamıştım. Son derece ürkek hareketlerle sağı solu inceliyor ve sık sık pencereden aşağıya bakıyordu. Kemerini bağlamasına yardım ederken tanıştık.

- Uçağa ilk defa biniyorum, dedi. Fakat kar yağmasaydı, adımımı atmazdım.

- Neden, diye sordum.

- İnsanın ayağı, sağlam yere basmalı, dedi. Eğer uçmamız normal bir şey olsaydı, Allah bizleri kanatlı yaratırdı.

Cevap vermeden arkama dayandım. Zira uçağımız pistte yol almaya başlamış ve kısa sürede iyice hızlanmıştı. Havalanırken, geriye doğru sanki gizli bir kuvvetle itiliyorduk. Yan gözle ona baktım. Koltuğunun kenarına yapışmış ve gözlerini sıkı sıkıya yummuştu. Uçağın yükselmesi sona erdikten sonra bana dönerek:

- Yapılan araştırmalara göre en tehlikesiz taşıtlar uçaklarmış, dedi. Yani taşınan yolcu sayısına göre en az kaza uçaklarda oluyormuş.

Onu, karanlık bir sokakta, korkusundan şarkı söyleyen çocuklara benzetiyordum. Gülümseyerek:

- Bu doğru olabilir, dedim. Fakat ecel birdir, değişmez. Ömründe bir kere uçağa binersin ama, ecelin varsa onun da düşeceği tutar.

Düşünmediğim bu sözlerle, onu iyice korkutmuş olmalıydım. Rengi sapsarı kesilmiş ve sesi titremeye başlamıştı.

- İnsanın ayağı sağlam yere basmalı, diye tekrarladı. Boşlukta dolaşan bir şeyim içinde ne arıyoruz bilmem ki? İnşallah pilot, tecrübeli birisidir.

- Allah’a tevekkül et, dedim. O zaman rahatlarsın.

- İmanım kuvvetli olsaydı, belki dediğini becerebilirdim, dedi. Allah’a inanıyorsam da, varlığını ve kudretini bir türlü aklıma sığdıramıyorum.

- Bu anormal bir şey değil, dedim. Mesela gözler belirli bir mesafenin ötesini göremez. Kulaklar ise, belirli frekansların dışındakileri işitemez. Akıl da bir noktadan sonra aciz kalmaz mı?

Biraz düşündükten sonra:

- Dediklerin galiba doğru, dedi. Fakat aşağıya inebilirsek, yine de toprağı öpeceğim.

Alana indiğimizde, uçaktan birlikte ayrıldık. Çocuklar gibi seviniyordu.

- Uçağa ilk ve son binişim, dedi. Bir daha ayak atarsam iki olsun.

İndiğimiz uçağı göstererek:

- Biraz önceki uçaktan korkmamış mıydın? Diye sordum.

- Korktuğumu gayet iyi biliyorsun, dedi.

- İyi ama, şimdi ondan çok daha hızlı giden bir başka uçağa, yani dünyaya bindin. O da boşlukta uçmuyor mu?

Yürümeyi bırakıp olduğu yerde kalakaldı. İkide birde gökyüzüne bakıyor ve dünyayı sanki ilk defa farkediyordu.

Bir müddet o şekilde durdukta sonra kulağıma eğilerek:

- Uçakta “aklıma sığmıyor” dediğim şey var ya dostum, dedi. Artık öyle bir problemim kalmadı.

DEPLASMAN

Delikanlı, saçlarını son defa kontrol edip montunun yakasını kaldırırken:

- Ben çıkıyorum anne, diye seslendi. İhtiyarın işlerini halledip döneceğim.

Çocuğun “ihtiyar” olarak bahsettiği kişi, iki haftadır ağır hasta olarak yatan dedesinden başkası değildi. Yaşlı adam, 35 yılı aşan müezzinlik vazifesinden emekli olduktan sonra oğlunu kaybetmiş, bu üzüntüyle de arka arkaya kalp krizi geçirmişti. Ve bir futbolcu olan torunu, şimdi onun mezar yerini almak ve defin işlerini halletmek için üzerine düşen son vazifeyi yerine getirecekti.

Delikanlı, o hafta içinde yapacakları maçta deplasmana çıkacak olmasa, belki de böyle bir işe kalkışmazdı. Fakat dedesini muayene eden doktorlar “en fazla üç gün yaşar” deyince, evdeki tek genç olarak bu işi halletmek zorunda kalmıştı.

Hazırlanan mezar, gerçekten de üç gün sonra sahibini buldu. Ve imam efendi, defin işini tamamladığında, kabrin baş ucunda Kur’an okuyan yaşlı bir adama dönerek:

- Torunun ani ölümüne çok üzüldüm hacı amca, dedi. Artık onu fatiha’sız bırakmazsın değil mi?

 Devam Etmek İstermisin ?